8 Aralık 2011 Perşembe

Dizi #2 The Wire

Baştan not: Bu inceleme, bütün bölümleri üstüste izleyip dizinin hayranı olan, gayet taraflı bir izleyicinin elinden yazılmıştır.

Yer, Baltimore sokakları. Uyuşturucu çeteleri hemen her sokak başında faaliyette. Emniyetin içerisinde bulunduğu çaresizlik ve çarpık sistemin çarkları arasında Jimmy McNulty ile arkadaşları adaleti sağlamanın peşinde. İşte "The Wire", genelde bu mücadelenin göbeğinde cereyan eden herşeyi en yalın ve doğru haliyle izleyiciye aktarmaya çalışan bir yapım.

Dizinin ismi polisin delil elde edebilmek için uyuşturucu satıcılarına yaptığı dinleme ve izlemelerden yola çıkarak konulmuş. Polis karakterlerimiz haklarında bir türlü bilgi ve kanıt edinemedikleri suçluları "wiring", yani "dinleme" yoluyla kıskaca almaya çalışıyorlar.

Jenerikte kullanılan "Down In the Hole" adlı parça Tom Waits'e ait. Fakat Tom Waits versiyonunu sadece ilk sezon dinleyebiliyoruz. Diğer 4 sezonda, 4 değişik sanatçının yorumuyla jenerikte yer alıyor şarkı. Jenerikten hemen sonra dizi, herhangi bir karakterin o bölüm kullanacağı repliklerden birinin ekranda belirmesiyle başlıyor. Kişiden kişiye yorum farkı olması mümkün ama, bana göre her seferinde senaryodaki en manalı ve akılda kalabilecek cümleyi seçmeyi başarabilmişler.

1. ve 3. sezonda Baltimore'un uyuşturucu baronu Avon Barksdale ve çetesinin "Büyük Suçlar Departmanı" ile verdiği amansız mücadele nefes kesiyor ama herşey bundan ibaret değil. 2. sezonda liman işçileri sendikasında yaşanan kirliliği ve 4. sezonunda Baltimore yerel seçimlerini konu alan "the Wire", sadece haptan, eroinden, vurdu-kırdıdan değil, entrika ve siyasetten de anladığını hissettiriyor izleyene. Her sezon öne çıkan karakterler ve hikayeler birbirinden farklı ve uzak görünse de, aslında ufak tefek detaylarla birbirlerine sıkı sıkıya bağlı ilerliyor, bu da hakikaten hayranlık uyandırıcı. Mesela 2. sezondaki baş karakterlerden biri olan sendika başkanı Frank Sobotka'nın yediği naneler, 1. ve 3. sezonun asıl adamı Avon Barksdale ve çetesiyle bir şekilde alakalı. Bölüm başına 1 saatlik süresi boyunca, boş bir diyalog sunmadan ve ve izleyicisine her türlü sorunun mantıklı bir cevabını vererek ağır aksak bir tempoda ilerleyen dizi, karanlık havasına rağmen sizi kendisine çekmeyi başarıyor. Diyaloglar gibi, dizideki her karakterin de işleyişe ayrı ayrı katkısı var. "Olmasa da olur" diyebileceğimiz hiçbir öğe barındırmıyor. Çok güzel kadınlar ve yakışıklı erkeklerden oluşan, her hafta "benim bitaneciğim ne yapmış bu bölümde, oturup hayran hayran izleyeyim" diyebileceğiniz birilerini barındıran bir kadrosu da yok, böylece kurguya olan konsantrasyonunuz düşmüyor. Hiçbir karakter aziz değil, destekliyor olabileceğiniz herhangi biri yayınlanan toplam 60 bölüm boyunca kesinlikle tasvip etmeyeceğiniz birkaç meselenin baş aktörü oluyor. Bu da senaristlerin dizinin başarısı için oyuncuların popülaritesinden çok kalemlerine güvendiklerinin kanıtı aslında. Yine buna bağlı olarak, zamanı dolan kim olursa olsun ipi kesiliyor. Örneğin 3. sezonda çok göz önünde olan İdris Elba'nın canlandırdığı "Stringer Bell" karakteri, tam seviye atlamaya ve hikayede daha kilit bir rol almaya doğru yol alırken öldürüldü ama hikaye böylesine önemli bir karakterin eksikliğini pek hissetmedi. Belli bir başrol oyuncusu yok. En çok göze batan karakter olan Dominic West'in canlandırdığı "Jimmy Mcnulty" 13 bölümden oluşan 4. sezonda toplam 15 dakika bile görünmüyor.

Dizinin ağır aksak ve karanlık bir havada ilerlediğini söyledik ama en beklenmedik anlara yerleştirilmiş replik ve sahneler sizi gülmekten komaya sokabilir. Bunk ve Jimmy'nin sarhoş muhabbetleri, Bunk'ın içtikten sonra zaman-mekan dinlemeden sürekli kusması, canı sıkılan nartotik devriyelerinin uyuşturucu satıcılarına ettikleri tatlı-sert eziyetler, Carver ve Herc'in birlikte çalıştıkları süre boyunca yakaladıkları uyum ve birbirlerine posta koyma çabaları, diziyi genelde içinde olduğu ciddi havadan çıkarıyor. Hele hele 5.sezonun açılış sahnesinde yakaladıkları cahil serserilerden birinin elini fotokopi makinesine bantlayarak onu yalan makinesine soktuklarını söyleyip kandırmaları ve ağzından cinayet itirafını almaları beni benden aldı. Yine Jimmy ve Bunk'ın olay yeri incelemesi süresince fuck'tan başka hiçbir kelime kullanmadıkları yaklaşık 4 dakikalık sahne televizyon tarihinin efsaneleri arasında.

"The Wire" izlediğim yaklaşık 60 saat boyunca yaşadığım gerçeklik hissini, bana bugüne kadar izlediğim hiçbir dizi veremedi. "Sanki Batı Baltimore'da 8 sene bakkal işlettin, nereden biliyorsun lan ne kadar gerçek olduğunu?!?!" demeyin, izleyince bana hak vereceğinizden eminim. Köşe başlarında uyuşturucu satan 8-10 yaşındaki veletlerin bile kestiği rolün kuşku uyandırmaması hayret verici. Yan karakterlerin başarısı da kesinlikle yadsınamaz. Örneğin uyuşturucu çetelerini soyan Robin Hood görünümlü katil Omar Little, başlı başına bir fenomen. Öyle ki, meyve bıçağı bile kullanamayan bana pompalı tüfeği sevdirdi herif. Muhbirlik yapan bir keş olan "Bubbles" karakterini canlandıran Rojo Arroyo'nun gerçek hayatında da bir keş olmadığına inanmak ise hayli zor. Çok iyi rol kesen, belki de kesmeyen, alenen yaşayan Arroyo'yu yolda görsem 2 dal sigara, 10 lira da çorba parası ateşleyebilirim, o derece.

Özetlemek gerekirse "The Wire", bugüne kadar izlediğim diziler arasında kesinlikle 1 numara. Oyunculuk, senaryo ve işleyiş bakımından benden tam not alan bu dizinin tek canınızı sıkan tarafı yavaş ilerleyişi olabilir ama kesinlikle söyleyebilirim ki, böylesine doyurucu ve dolu dolu bir hikayeye koşturmaca yakışmazdı zaten. İzleyin, izletin.

Bunu seven bunu da sevdi:  Oz, The Shield

Yazar Notu: 9.9/10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder